17 Ağustos 2023 Perşembe

DÖNÜŞÜM

Eksiliyor insan gün geceye döndükçe

Süregelen bu hayat ve bundan sonrası

Beklerken iki bilinmeyenli bir denklem arasında

Volta attıkça körelen

Köreldikçe umutla bilenen günden güne

Bir bıçak nasıl erirse, öyle



    Bekledikleri neyse bütün bekleyenlerin

    -Sözgelimi demiryolu hikâyecileri

    Tren garında beklediler her gece-

    Bir selam gönderir gibi uzaklara

    Ellerini siper etmiş gözlerine

    Bir zamanlar güldükçe küçülen

    Artık şişkin gözlerinden anlıyorum:

    Beklemek azar azar tükenmektir

    Nasıl ki ateşte unutulur demlik,

    Su biter inceden…



SANCI

    Suskunluğunun yetmiş üçüncü gününü doldurdu o akşam. Ne konuşmaya değer bir hadise kalmıştı hayatında ne de konuşarak anlaşabileceği kimse. İlkel bir kabilenin tam ortasında hissediyordu. Konuşmaya olan inancını yitireli yetmiş üç koca gün olmuştu. Bir tek Hugo'yla içinden konuşuyordu. Hugo kimsenin bilmediği diğer ismiydi. Herkes ona kimlikteki adıyla hitap etse de o zorunlu ismiydi. Babası kimliğini çıkarmak için nüfus müdürlüğüne gittiğinde aklına gelen ilk ismi koyacaktı. Oralarda, bilhassa o zamanlar daha çocuk doğmadan aylar önce isim koyma gibi adetler yoktu. Memurlar bile "çocuğunuzun ismi nedir?" diye soracaklarına çoğu zaman "çocuğunuza ne isim koyacaksınız?" derlerdi. İşte o memurlardan biri babasına da aynı soruyu sorunca ne yalan söylesin aklına ilk 'Mehmet' geldi. İki dudağını birbirine bastırıp aklındakini söyleyecekti ki o sırada aynı katta bulunan biri ısrarla bir başkasını "Ali" diye çağırıyordu. Girdiği yoldan dönmedi babası: "Mehmet Ali," dedi, "çocuğun ismi Mehmet Ali olacak."

    Çocukken bir gün oyuncaklarıyla oynuyordu Mehmet Ali. İstediği bir şeyi yapamayınca bağırıp "Hugo" adını verdiği oyuncak robotunu duvara fırlattı. Askerdeki babasının bir aylık izin için geldiğinde aldığı Hugo'dan geriye kırık dökük parçalar kaldı. Çocuk aklıyla affedilmez bir suç işlediğini, hem de en sevdiği arkadaşını öldürdüğünü düşündü o gün. Sonuçta Hugo kısıtlı da olsa hareket edebiliyor, sürekli aynı şeyleri tekrar etse de konuşabiliyordu. İşte o gün, bir anlık çocukça bir cinnetle öldürdüğü Hugo'nun ismini unutturmamak ona boynunun borcu oldu. 

    Kıyafet dolabının kapısına astığı takvimden yetmiş üçüncü güne denk gelen tarihin üzerine bir çentik atıp dolabın kapasını kapattı. Odanın girişine bakan duvardaki aynanın karşısına geçti, yüzünü dikkatle inceledi. Kıvırcıklığı, uzadıkça daha da belirginleşen sakallarına dokundu. Birden gözlerinin altındaki torbaları fark etti. Bakışlarını oraya sabitlerken bu iki küçük balonun, günbegün ağlamasına rağmen inmediğini, bilâkis daha da şiştiğini görünce, kim ne derse desin bunların gözyaşı deposu falan olmadığını; bugüne kadar içine attığı ne varsa orada, gözlerinin altında biriktiğini düşündü. Yatağının yanı başında bulunan komodinin üstündeki paketi ve kibriti aldı, bir sigara çıkardı.  Kibriti ateşleyip sigarasını yaktıktan sonra tekrar aynanın karşısına geçti. Dumanını Hugo'ya üfledi. Hugo öksürmeye başlayınca pis pis sırıttı. Dişlerindeki sarı tabaka gözüne çarptı. "Tek zararı bu bana göre." dedi. "Sana göre öyle." "Sana göre değil mi? Televizyonda, herhangi bir gazetenin ikinci sayfasında ya da twitterda yirmili otuzlu yaşlarda sigaradan ölen tek bir habere rastladın mı? Altmışlı yaşlarda ölen herkesin ardından hemen yapıştırıyorlar akciğer yetmezliği diye. Altmışı devirmişsin ölmeyip ne yapacaksın o yaşta? Adem babalarının sürgün olarak gönderildiği burayı o kadar sevdiler ki neredeyse ölümü inkar edecekler. Böyle bir yerde altmış yıl yaşamak..." "Sen kaç yıl yaşamayı düşünüyorsun?" "Bana kalırsa çocukluktan sonrası israf. Çocukken hiçbir şeyi dert etmeden yaşıyorsun, üzüldüğün şeyi beş dakika sonra unutuyorsun, safi kötülük yok, korku yok. Belki uyumadan önce bir tek karanlık... Bana kalsaydı çoktan ölmüştüm." "Kimin elinde peki?" Sigaranın külünü silkeleyip uzun bir nefes çekti. Biraz içinde tuttuktan sonra dumanı dışarı verdi: "Senin elinde Hugo." "Ben senim, sen de..." "Hayır! Aynı değiliz ikimiz. Sen yıllar önce öldün." "Artık çocuk değilsin. Kimseyi öldürmediğini sen de biliyorsun. Ben yokum, hiç olmadım. Yıllardır kendi kendine..." Sigarayı aynada söndürdü. Yatağa sırt üstü uzanıp ellerini ensesinde birleştirdi. Gözlerini tavana dikti. Yarın halletmek zorunda olduğu işleri geldi aklına. Gündüz dışarı çıkacak olması canını sıktı. Gündüzlerden nefret ederdi çünkü her yerde gereksiz kalabalıklar olurdu. Kalabalıklar içinde oldu mu sanki herkes gereksiz işlerini bir kenara atıp bakışlarını bir lazer ışığı gibi onun gözlerine tutmakla meşgul oluyormuşçasına tedirgin olurdu. Yolda yürürken, toplu ulaşım araçlarında ineceği durağı hatta kırmızı ışıkta beklerken bile kimseyle göz göze gelmemeye çalışır, varsa bir boşluğa gözleriyle tutunur, yoksa ayak uçlarından medet umardı. Onlar gibi olacağını bile bile başını telefonuna gömerdi. Sınıfta en arkada oturmasa derse odaklanamıyordu. Önde ya da ortalarda bir yerde otursa diğer bütün öğrenciler dersi dinlemeyi bırakıp kendisine bakacaklardı sanki. Ne sankisi, hoca bile dersi anlatmayı bırakıp kendisine bakmak için sıraya girecekti! Sigara içecekse mesela, kuytu bir köşe arardı. Gündüz içtiği sigara sayısı bir iki taneyi geçmezken geceleri çoğu zaman dışarıda açık bir tekelci ararken bulurdu kendisini. Herkes gibi onun da sevdiği şeyler vardı. Yağmuru severdi mesela. Romantik olduğundan değil; romantikler hariç herkes yağmurdan kaçardı. Ve romantikler parmakla sayılabilecek kadar azdı. En sevdiği mevsim kıştı zira kışın gündüzler kısa, geceler uzundu. Geceleri severdi, şeb-i yelda ise favorisiydi; onu ayrı bir severdi. Bir sonraki gün yapacak zaruri bir işi yoksa o gece önce bir iki saat kitap okur, sonra takip ettiği aylık dergilere göz atar, okuduklarından ilham gelirse, kapağını sevdiği yazarların yapışkan resimleriyle süslediği defterine bir şeyler karalar, sabaha karşı, izlemek için imdb listesinden bir film açıp projeksiyonla duvara yansıtır, ne var ki böylesi gecelerde sigara almak için uğradığı tekelciden siyah bir poşet içinde içecek bir şeyler ve bir kaç paket çerezle dönmeden edemediği için filmin sonuna gelmeden sızar ve sonraki gün kendisi gibi yorgun bir ikindi sonrası uyanmış bulduğunda karşıki duvarda donmuş bir ekran bulurdu. Uyanır uyanmaz aç karna bir sigara içtikten sonra marketten ekmek ve yiyecek bir şeyler almak için havanın kararmasını beklerdi. 
    Yatakta sırt üstü uzanmış, boşluğa bakarken aklı daha farklı yerlerde volta atıyordu. Onun hayatında "düşünceler baş döndürücü doruklar gibiydi. Bir an önce aşağı inmek istiyordu." Gözleri ile aklının farklı şeyler gördüğü böyle zamanlarda Hugo yardımına koşmasaydı o düşünce doruklarından atlayacak gibi olurdu. Gözlerini diktiği boşlukta yine Hugo koştu yardımına: "Çok düşünüyorsun." "Haksız sayılmam. Düşünmeden yaşayan insanlardan kaçmak için havanın kararmasını beklemekle geçiyor gündüzlerim." Hugo'nun söze girmesine fırsat vermeden devam etti: Bir ben miyim kayıp ve suskun? Dünyanın herhangi bir yerinde bir ben daha var mı? Bazen ne düşünüyorum biliyor musun? Sadece Türkçe'de değil, bütün dillerde, hatta kabile dillerinde bile sanıyorum ortak bir yanlış yapılıyor; bir tane tekil şahıs var, o da birinci -bu mevzuda hayatının sonuna kadar da birinciliği kimseye kaptırmayacak- tekil şahıs olan 'ben'. Ben'den başka bir tane daha yok. Olsa da kâr etmez ya; birbirini tanıyamaz neticede iki kayıp insan! Açlık değil ki bu, nefesinden tanısın bir öbürünü, aç olan. Böyle insanlarla -insan mı demeliyim emin değilim- bir tek okuduğum kitaplarda mı karşılaşacağım? O kitapları yazanların kalemiyle hayatı iç içeyse, böylesi bir acıya karşı, ben doğup büyüyüp onlarla tanışacak yaşa gelene kadar dişlerini ve yumruklarını sıkamadılar mı? Daha yirmili yaşların ilk yarısındayım, otuzlara dayayacak bir merdivenim bile yok henüz. Ne hastalık, ne fukaralık; başka türlü bir sancı bu. Daha ne kadar dayanabilirim bu garip sancıya? Ya sen, sıkılmadın mı bu saçmalıkları okumaktan? Akla zarar kurgu oyunları, şatafatlı kelimeler beklemiyor muydun oysa. Gözlerim kapanıyor. Baştan sona hiçliğe bulaşmış bu sayfayı yakmayacaksan en azından kapat artık. 

    Gözlerini açtığında tıpkı hayatı gibi iğrenç bir tat vardı ağzında. Yataktan çıkmadan odada göz gezdirdi de güneş batmış olmalı diye düşündü. Saatine bakınca uyku sersemliğiyle yanıldığını anladı; sabahın sekiziydi. Bu kadar erken uyandığına, hem de alarm kurmadan, hayret etti. İnsan beyni garip bir organdı; bazen tek başına söz sahibi olmak isterken bazen de -iradesinin güçsüz olduğu durumlarda- nefisle el ele verip insan denen yaratığın üzerinde kurgusu sağlam türlü oyunlar oynayabiliyordu. Geçenlerde mesela oldukça geç uyumuş olmasına rağmen sonraki gün sabahın köründe kalkıp staja gitmesi gerekiyordu ki uyanmaya yakın -uyku ile uyanıklık arası- bir rüya görmüştü; stajını yanında yaptığı mühendis arkadaşı arayıp bugün herhangi bir iş olmadığını dolayısıyla gelmesine gerek kalmadığını söylüyordu. Neyse ki kurduğu alarm ötmeye başlayınca uyanıp arkadaşını arayarak, kendisine böyle bir şey söyleyip söylemediğini sormuştu da 'sadece bir rüya' gördüğünü anlamıştı. Doğruldu, perdeyi çekti; dumandan bulutlar baskın mavilikte güneş geri planda kalmıştı. Ayağa kalkıp pencereden dışarıyı izledi biraz. Hava boğucu da olsa yakıcı da olsa insanlar durmuyordu. Horoz gibi güneşin doğmasıyla hareketleniyorlar, gün içinde hep bir yerlere yetişmek üzere koşturup duruyorlar, güneş batınca da yavaş yavaş kümeslerine çekiliyorlardı. Ölümden korkacak kadar sevdikleri hayat bu muydu? Çok değil bir kaç saat sonra o insanlara karışacaktı. Kendisi gibi başka birine -varsa eğer- onlardan biri gibi görünecekti. ... Bu son düşündüğünü bir daha düşündü. Neden olmasındı? Kalabalığın içinde kendisi gibi başka birileri? Bir kişi bile olsa, onu bulmalıydı. Bulsa bile yanına yaklaşacak cesareti kendinde bulur muydu? Hadi buldu desin, yaklaşıp ne diyecekti? Emin değildi ama önce onu  bulmalıydı. İyi, güzel de nasıl bulacaktı? Kendisini düşündü. Biri onu nasıl fark edebilirdi? 

2 Ekim 2018 Salı

YOLDA


“Birini bulmak için bu Babil dünyasında
Kattan kata koşturuyordum ben de.”
Victor Hugo
I
Bir akşamüstüdür yoldayım
Metrobüs ne de kalabalık
Şiire durağı yok henüz
Bir kutuda sanki kibrit yüzler
Bir gördüğüme bir daha rastlamıyorum
Dünden yavaş, yarından hızlı
Bir yere yetişecek herkes
Kendi hikâyesinin izinde
Bir tür inattır bu fıldır yaşama
Ne idüğü belirsizken ötesi zamanın
-Öteki zamanın da denebilir-
Bunun başka açıklaması olamaz.


II*
Herkes bir yere yetişedursun
Bir akşamüstüdür ben yoldayım
Işıklarda bekliyorum üstten geçit yok
Olmasın bu beni ilgilendirmiyor doğrusu
Geç kaldım, belki bu yüzden rahatım
“Lütfen bekleyiniz!”
Sabah hatırlayamamıştım bir türlü
Kadir abiydi gece rüyamda gördüğüm
“Lütfen bekleyiniz!”
Kulakları çınlıyormuş durmadan
Durmasın çınlasın Kadir abinin kulakları
“Lütfen bekleyiniz!”
Göz göze geliyoruz
Yolun karşı taraflarında biz iki kişi
“Lütfen bekleyiniz!”
Adı Dilara olmalı
Dilara’yı görseniz bir yağmur damlası
“Lütfen bekleyiniz!”
Ben bekliyorum onun acelesi var fakat
Süzülür gibi yürürken şemsiyesiyle
Gözden önce kayboluyor öteki damlalardan
Akşamın bende altı üstüne geliyor
“Şimdi karşıya geçebilirsiniz.”
Yağmur hiç yağmadı aslında
Ben yağdırdım şu an, Dilara hariç
Elimde değil bu kalabalıkta çok sıkılıyorum.



III
Vakit bir akşamüstüdür
Yol nereye çıkarsa oradayım
Bir noel arifesindeyiz harice bakılırsa
İp gibi dizilmiş Nimet Abla’nın kuyruğu
Eminönü’nden Karaköy’e uzanır
Uzansın bu beni ilgilendirmiyor
Karıncaların sanki uğultusunu dinliyorum
Bilet satanlar, bilet satmayanlar, köprüde anı yakalayanlar, kuleye çıkanlar, volta atanlar, denize olta atanlar, martılara simit atan çifte kumrular, izmarit ezen singlelar, tek dişliler, uzun burunlular ...
Bu tablonun orta yerinde
Son bir çıkış arıyorum köprüden önce
Birden şedit bir gök gürlemesi
-Demektir ki bu ben yağdırmıyorum-
‘Suya kanacak kadar yağdır mevlam su’
Kadıköy vapuru iskeleye yanaşmış
Akşamdır artık evin yolunu tutuyorum.


IV
Bu yolda daha önce hiç karşılaşmadık
Selamlamak geliyor içimden tek tek
İki mavi arasında vapur halkını
Fakat denizde balık gibi yolda insan
Tanımayınca hepsi birbirinin aynısı
Ve kendi sularında yüzmekte
Gideceği yere kadar herkes
Ey yırtıldıkça patiskaları köpüren dalgalar
Ve ey martılar ‘sokak çocukları denizin’
İki mavi arasında bir vapur halkıyla
Yolculuk da bir yere kadar.


V
Eksik ayağını teşhir etmiş
Göztepe Köprüsü’nde bir dilenci
Hiç doğru bulmuyorum iki durumu da
Bir amca yaklaşıyor köprü altında yanıma
Hazır mıyım, bir şey soracak
Bir kartpostal çıkarıp iç cebinden:
“Arıyorum arıyorum, bulamıyorum
Sen gördün mü evladım İstanbul’u?”
Hazır değilim bu soruya:
“Görsem tanırdım, gözlerim kapalı”
Bir akşamdır artık yoldan çıkıyorum
Yol boyunca Themis’i gördüm;
Gözleri açık.

29 Eylül 2018 Cumartesi

HAM ERVAH MISRALAR

Nereden başlamalı bu şiire
Bu kaçıncı sonuçsuz girişim
Kelam kağıda tutunacaksa bir yerden
Önce kalın harflerle şöyle bir
SELAM yazmalı dedim

Sana gayet kafiyeli bir şiir yazardım yazmasına da
Kafiyeler bana savrukluğumu hatırlatır
Dile kolay bir takvim oldu yazamadıklarım
Her gün için bir yaprak koparıp
Satır aralarında barındıramadığım ham ervah mısraları
Sen sabır diye oku
Takvimlerden haberin vardır

Benimki mühendis kafası biraz
Bir selam yetmez dört duvarı devirmeye
İşin yoksa şimdi bir tablo çizer gibi
Ne varsa dört duvar arsına sığmayan
Adın gibi mesela
Kuşların kanat çırparak söylediği türkü
Bir kucak dolusu bulut koparıp gökten
Biraz gün ışığı birkaç yağmur damlası serpiştir
Titreyen ellerime inan bu fırça ağır gelir
Sana selam vermekle aldığım sorumluluk desem ki
Vermekle almak arsında böylesi bir eşitsizlik
Amerika’dan Afrika’ya hiçbir tarihte görülmemiştir
Belki biraz anlarsın beni

Benimki biraz mühendis kafası
Derim ki mesela elde var şu an selam ve sabır
Yine de lafın lafı açmasını beklerken
Karşı koyamam güzelliğine ilham perisinin;
En çok ‘özlem’ kokmalı ona göre şiir
Bir parantez açarak diyorum ki burada
Başka biri geldiyse aklına bu adam kırılır
Başka bir işe yaradığı yok zaten;
Kumbarasında senden birkaç anı,
Bir de karın doyurmayan birkaç satır

Üşüdüysen parantezi kapatabilirim
Kulakları çınlasın, iyi bilir Hamdi bey bu espriyi
Sen şimdi parmaklıkların ardında
Belki dönmediğine inanırken bazen dünyanın
Ben, olacak iş değil, önümdeki kağıda
Tahin lekeleri dökmekle cebelleşiyorum
Laf lafı açmaya başlayınca yavaştan
Parmaklarımın arasından kayıp gidiyor aklım
Tahmin edersin şiir de kirlendi

Aniden gidip dönmek bilmiyor ya ilham perisi
Sen geliyorsun aklıma, biraz sonra da
Kuşların hep bir ağızdan söylediği türkü
İkinize de çok kırılıyorum günbegün
Bilirsin başka bir işe yaradığım görülmemiştir
Normal bir zamanda olsak
Kırıklarımdan bir araya toplayabildiğim kadarıyla
Bu işin üstesinden elbet gelirim
Fakat normal bir zaman değil bu
Günler fitil ve aylar mum gibi erirken
İki kere ikinin dört edip etmediğini
İşin yoksa düşünedur şimdi

Bu sana şimdilik bir Arkadaş’ın
Kokla açılırsın dediği gökten bir avuç olsun
Unutma ki bu şiir burada bitmedi
Yazamadıklarım duruyor daha masada
Dile kolay bir takvim oldu
Bir ikincisini duvar kabul etmez
Kağıttan uçaklar yapıp ham ervah mısralardan
Uçurduk mu birer birer
Şiir o zaman kendiliğinden biter

8 Haziran 2013 Cumartesi

Özgeçmemişim

      Blogdaki ilk yazımda olmasa da bu yazımda kendimden biraz bahsetmek istedim ama önce şunu söyliyim: hani klasiktir ya aslında uzun zamandır yazmak bişeyler karalamak istiyodum ama işler güçler derken nasip bugüneymiş falan... Bende durum biraz farklı; bir an kafama esti yazdım, o anın mazeret sınavlarına, finallere denk gelmesi biraz geciktirmiş olsa da. Yıllar sonra dönüp buraya baktığımda belki yazdıklarıma gülecem, yazamadığımı farkedicem ama olsun bir an kafama esti yazdım sonuçta.

     Şırnak'ın Kasrik köyünde 91 yılında dünyaya gelmişim. Doğum günüm meçhul. Şu kadarını biliyorum. Okula başladıktan 3 yıl sonra okul yönetimi kimliksiz de bi yere kadar demiş, babam da kimliğimi çıkartmış ve formaliteden 4 Mart diye yazdırmış. Böyle olmasının üzücü yanları olduğu gibi sevindirici yanları ve zamanları da var. Mesela doğum günümü kimse hatırlamadığı zaman çok da umursamıyorum. Ben bile bilmiyorum onlar nasıl bilsin diyorum kendime. Belki de bir çeşit avuntu ama olsun kendini avutabilecek bişeylerinin olması her zaman iyidir. (Kasrik'ten ayrıca bahsetmek istediğimden şimdilik burda bırakıyorum)

     Okula ilginçtir 5 yaşında ve daha da ilginçtir kendi isteğimle başladım. ''Baba beni okula gönder''diye çok ısrar etmişim, üstelik alfabeyi de söktükten sonra. İlk ve ortaokulu Kasrikte köyün tek okulu olan MİŞBDİÖO'nda okudum (açılmını boşverin). Liseyi de burda okurdum ama köyde lise olmadığı için liseye başlama dönemi biraz sancılı geçti. O zaman ki adıyla LGS den 757 puan aldım ama yerleşemedim. Ek kontenjanla Bitlis AÖL'ye tam yerleştim derken sınav sonuç belgemi kaybettim. Bir hafta önce bulsam sevinçten havalara uçacağım belgeyi bulduğum gibi buruşturdum attım. Daha sonra ver elini Konya dedim ve uzun bi otobüs yolculuğunun ardından sabahın 3'ünde muavinin uyandırmasıyla kendimi Konya'da buldum. Bu macera da kısa sürdü çünkü daha 5+8=13 yaşındaydım ve ilk defa ailemden bu kadar uzun süre ve bu kadar uzak kalmıştım. O kadar zor gelmişti ki sabah 7'ye kadar beklediğimiz Melek adlı şeytan nihayet bizi gideceğimiz yere götürdüğünde herkes o yorgunluk ve uykusuzlukla hemen uykuya dalarken benim gözüme tek damla uyku girmemişti. ''Aramaya değer mi arasam bulur muyum hadi buldum diyelim bir daha uyur muyum?'' dediğim uykumun geleceği yoktu. Bir ara ayağa kalktım pencereden Konya'yı seyre daldım. İşte o zaman dökülmek için sabırsızlanan gözyaşlarımı daha fazla bekletemedim. Sonrasını  hatırlamıyorum. Konya'dan aklımda başka kalan anılar; Melek olmazsa yiyeceğim telefon kazığı, ilk kez orda bindiğim tramvay, kabul ediyorum suç bende olduğu için kavga ettiğim Urfalı arkadaş ve tabii ki Hz. Mevlana Türbesi. Ha bir de o aralar popüler olan gezdiğim her yerde çalan Hande Yener'in ''Acele etme'' ve Emre Altuğ'un ''Bu kadar mı?'' şarkıları. Aşk üzerine yazılıp söylenmiş şarkılar olsa da sanki ben içimden her dönecem  dediğimde acele etme bu kadar mı diyorlardı bana tabi Hande Yener ve Emre Altuğ bile vazgeçiremediler beni  memlekete dönmekten. Çünkü hakiakaten memleketin adı başka,tadı başka tuzu başkaydı. 10 günlük bu maceradan ve o zaman Şırnak'ın en iyi lisesi olan Cizre Lisesi'ne de kaydımı yaptıramadıktan sonra yeni açılan Cizre Atatürk Llisesi'ne kaydımı yaptırdım. Bunun da güzel bir yanı vardı. Okulun ilk mezunlarından olacaktım. Hem Şırnak'ta bir lise en fazla ne kadar iyi olabilirdi ki! (Bardağa dolu tarafından bakmak dedikleri bu olsa gerek) Ama tüm bunları üst üste koyduğum zaman iyi ki liseyi orda okudum diyorum. Çünkü ben de emeği çok olan müdürümüz Murat hoca ve matematik hocamız Emin hoca sayesinde hayatımın en kötü kararı da olsa YTÜ İnşaat Mühendisliğini kazandım. YTÜ'den mezun olduğum zaman bi hazırlık dönemini özleyecem. Neler yoktu ki! Mesela sınıfa ilk girdiğimde çalan yabancı şarkıyı duyduğumda afallamıştım. Tabi sonradan öğrendim hazırlıkta listening dersleri böyleymiş. 17 yaşımda üniversiteyi kazandığım için arkadaşların sınıfın kapısına +18 yazısını asmaları, Hanife hoca sayesinde 365'te 1 doğru olma olasılığı olan doğum günümün ilk defa hem de sınıfta kutlanması aklımda çoktan yerini almış ve hiç çıkmayacak olan güzel anılar olarak kalacak. Ondan sonrası tam bir zulüm ve hala Davutpaşa Kışlasında pardon Davutpaşa Kampüsünde devam ediyor bu zulüm. İnsan ne kadar kötü de geçse geçmişi hep özlüyor ya benim özlemeyeceğim tek yer Davutpaşa olacak.

      Ben buraya ara sıra uğrar yazarım. İlginç birşey duyar yazarım, güzel bi şiir bulur veya kendim yazarım, benim için vazgeçilmez bir tutkudur film izlemek beğendiğim bi film veya aktör olur fikrimi yazarım, kendimce fanatiği olduğumu düşündüğüm cimbomum hakkında yazarım. Yazarım da yazarım.. Amacım birileri tarafından farkedilmek değil öyle bir iddiam da yok. Zaten bu kadar komik ve kötü yazdığım için farkedilirim ancak. Birilerine burdan serzenişte bulunmak da değil amacım. Galiba yıllardır içini dökecek birilerini bulamadığından, bulduklarına da anlatamadığından dolayı dipsiz bir kuyu kadar derin duygularla yüklü bir geminin sığındığı son liman olarak burayı gördüğüm için yazmak istiyorum sadece...
                                                                                                              Mehmet ŞANLI

DÖNÜŞÜM

Eksiliyor insan gün geceye döndükçe Süregelen bu hayat ve bundan sonrası Beklerken iki bilinmeyenli bir denklem arasında Volta attıkça k...