17 Ağustos 2023 Perşembe

SANCI

    Suskunluğunun yetmiş üçüncü gününü doldurdu o akşam. Ne konuşmaya değer bir hadise kalmıştı hayatında ne de konuşarak anlaşabileceği kimse. İlkel bir kabilenin tam ortasında hissediyordu. Konuşmaya olan inancını yitireli yetmiş üç koca gün olmuştu. Bir tek Hugo'yla içinden konuşuyordu. Hugo kimsenin bilmediği diğer ismiydi. Herkes ona kimlikteki adıyla hitap etse de o zorunlu ismiydi. Babası kimliğini çıkarmak için nüfus müdürlüğüne gittiğinde aklına gelen ilk ismi koyacaktı. Oralarda, bilhassa o zamanlar daha çocuk doğmadan aylar önce isim koyma gibi adetler yoktu. Memurlar bile "çocuğunuzun ismi nedir?" diye soracaklarına çoğu zaman "çocuğunuza ne isim koyacaksınız?" derlerdi. İşte o memurlardan biri babasına da aynı soruyu sorunca ne yalan söylesin aklına ilk 'Mehmet' geldi. İki dudağını birbirine bastırıp aklındakini söyleyecekti ki o sırada aynı katta bulunan biri ısrarla bir başkasını "Ali" diye çağırıyordu. Girdiği yoldan dönmedi babası: "Mehmet Ali," dedi, "çocuğun ismi Mehmet Ali olacak."

    Çocukken bir gün oyuncaklarıyla oynuyordu Mehmet Ali. İstediği bir şeyi yapamayınca bağırıp "Hugo" adını verdiği oyuncak robotunu duvara fırlattı. Askerdeki babasının bir aylık izin için geldiğinde aldığı Hugo'dan geriye kırık dökük parçalar kaldı. Çocuk aklıyla affedilmez bir suç işlediğini, hem de en sevdiği arkadaşını öldürdüğünü düşündü o gün. Sonuçta Hugo kısıtlı da olsa hareket edebiliyor, sürekli aynı şeyleri tekrar etse de konuşabiliyordu. İşte o gün, bir anlık çocukça bir cinnetle öldürdüğü Hugo'nun ismini unutturmamak ona boynunun borcu oldu. 

    Kıyafet dolabının kapısına astığı takvimden yetmiş üçüncü güne denk gelen tarihin üzerine bir çentik atıp dolabın kapasını kapattı. Odanın girişine bakan duvardaki aynanın karşısına geçti, yüzünü dikkatle inceledi. Kıvırcıklığı, uzadıkça daha da belirginleşen sakallarına dokundu. Birden gözlerinin altındaki torbaları fark etti. Bakışlarını oraya sabitlerken bu iki küçük balonun, günbegün ağlamasına rağmen inmediğini, bilâkis daha da şiştiğini görünce, kim ne derse desin bunların gözyaşı deposu falan olmadığını; bugüne kadar içine attığı ne varsa orada, gözlerinin altında biriktiğini düşündü. Yatağının yanı başında bulunan komodinin üstündeki paketi ve kibriti aldı, bir sigara çıkardı.  Kibriti ateşleyip sigarasını yaktıktan sonra tekrar aynanın karşısına geçti. Dumanını Hugo'ya üfledi. Hugo öksürmeye başlayınca pis pis sırıttı. Dişlerindeki sarı tabaka gözüne çarptı. "Tek zararı bu bana göre." dedi. "Sana göre öyle." "Sana göre değil mi? Televizyonda, herhangi bir gazetenin ikinci sayfasında ya da twitterda yirmili otuzlu yaşlarda sigaradan ölen tek bir habere rastladın mı? Altmışlı yaşlarda ölen herkesin ardından hemen yapıştırıyorlar akciğer yetmezliği diye. Altmışı devirmişsin ölmeyip ne yapacaksın o yaşta? Adem babalarının sürgün olarak gönderildiği burayı o kadar sevdiler ki neredeyse ölümü inkar edecekler. Böyle bir yerde altmış yıl yaşamak..." "Sen kaç yıl yaşamayı düşünüyorsun?" "Bana kalırsa çocukluktan sonrası israf. Çocukken hiçbir şeyi dert etmeden yaşıyorsun, üzüldüğün şeyi beş dakika sonra unutuyorsun, safi kötülük yok, korku yok. Belki uyumadan önce bir tek karanlık... Bana kalsaydı çoktan ölmüştüm." "Kimin elinde peki?" Sigaranın külünü silkeleyip uzun bir nefes çekti. Biraz içinde tuttuktan sonra dumanı dışarı verdi: "Senin elinde Hugo." "Ben senim, sen de..." "Hayır! Aynı değiliz ikimiz. Sen yıllar önce öldün." "Artık çocuk değilsin. Kimseyi öldürmediğini sen de biliyorsun. Ben yokum, hiç olmadım. Yıllardır kendi kendine..." Sigarayı aynada söndürdü. Yatağa sırt üstü uzanıp ellerini ensesinde birleştirdi. Gözlerini tavana dikti. Yarın halletmek zorunda olduğu işleri geldi aklına. Gündüz dışarı çıkacak olması canını sıktı. Gündüzlerden nefret ederdi çünkü her yerde gereksiz kalabalıklar olurdu. Kalabalıklar içinde oldu mu sanki herkes gereksiz işlerini bir kenara atıp bakışlarını bir lazer ışığı gibi onun gözlerine tutmakla meşgul oluyormuşçasına tedirgin olurdu. Yolda yürürken, toplu ulaşım araçlarında ineceği durağı hatta kırmızı ışıkta beklerken bile kimseyle göz göze gelmemeye çalışır, varsa bir boşluğa gözleriyle tutunur, yoksa ayak uçlarından medet umardı. Onlar gibi olacağını bile bile başını telefonuna gömerdi. Sınıfta en arkada oturmasa derse odaklanamıyordu. Önde ya da ortalarda bir yerde otursa diğer bütün öğrenciler dersi dinlemeyi bırakıp kendisine bakacaklardı sanki. Ne sankisi, hoca bile dersi anlatmayı bırakıp kendisine bakmak için sıraya girecekti! Sigara içecekse mesela, kuytu bir köşe arardı. Gündüz içtiği sigara sayısı bir iki taneyi geçmezken geceleri çoğu zaman dışarıda açık bir tekelci ararken bulurdu kendisini. Herkes gibi onun da sevdiği şeyler vardı. Yağmuru severdi mesela. Romantik olduğundan değil; romantikler hariç herkes yağmurdan kaçardı. Ve romantikler parmakla sayılabilecek kadar azdı. En sevdiği mevsim kıştı zira kışın gündüzler kısa, geceler uzundu. Geceleri severdi, şeb-i yelda ise favorisiydi; onu ayrı bir severdi. Bir sonraki gün yapacak zaruri bir işi yoksa o gece önce bir iki saat kitap okur, sonra takip ettiği aylık dergilere göz atar, okuduklarından ilham gelirse, kapağını sevdiği yazarların yapışkan resimleriyle süslediği defterine bir şeyler karalar, sabaha karşı, izlemek için imdb listesinden bir film açıp projeksiyonla duvara yansıtır, ne var ki böylesi gecelerde sigara almak için uğradığı tekelciden siyah bir poşet içinde içecek bir şeyler ve bir kaç paket çerezle dönmeden edemediği için filmin sonuna gelmeden sızar ve sonraki gün kendisi gibi yorgun bir ikindi sonrası uyanmış bulduğunda karşıki duvarda donmuş bir ekran bulurdu. Uyanır uyanmaz aç karna bir sigara içtikten sonra marketten ekmek ve yiyecek bir şeyler almak için havanın kararmasını beklerdi. 
    Yatakta sırt üstü uzanmış, boşluğa bakarken aklı daha farklı yerlerde volta atıyordu. Onun hayatında "düşünceler baş döndürücü doruklar gibiydi. Bir an önce aşağı inmek istiyordu." Gözleri ile aklının farklı şeyler gördüğü böyle zamanlarda Hugo yardımına koşmasaydı o düşünce doruklarından atlayacak gibi olurdu. Gözlerini diktiği boşlukta yine Hugo koştu yardımına: "Çok düşünüyorsun." "Haksız sayılmam. Düşünmeden yaşayan insanlardan kaçmak için havanın kararmasını beklemekle geçiyor gündüzlerim." Hugo'nun söze girmesine fırsat vermeden devam etti: Bir ben miyim kayıp ve suskun? Dünyanın herhangi bir yerinde bir ben daha var mı? Bazen ne düşünüyorum biliyor musun? Sadece Türkçe'de değil, bütün dillerde, hatta kabile dillerinde bile sanıyorum ortak bir yanlış yapılıyor; bir tane tekil şahıs var, o da birinci -bu mevzuda hayatının sonuna kadar da birinciliği kimseye kaptırmayacak- tekil şahıs olan 'ben'. Ben'den başka bir tane daha yok. Olsa da kâr etmez ya; birbirini tanıyamaz neticede iki kayıp insan! Açlık değil ki bu, nefesinden tanısın bir öbürünü, aç olan. Böyle insanlarla -insan mı demeliyim emin değilim- bir tek okuduğum kitaplarda mı karşılaşacağım? O kitapları yazanların kalemiyle hayatı iç içeyse, böylesi bir acıya karşı, ben doğup büyüyüp onlarla tanışacak yaşa gelene kadar dişlerini ve yumruklarını sıkamadılar mı? Daha yirmili yaşların ilk yarısındayım, otuzlara dayayacak bir merdivenim bile yok henüz. Ne hastalık, ne fukaralık; başka türlü bir sancı bu. Daha ne kadar dayanabilirim bu garip sancıya? Ya sen, sıkılmadın mı bu saçmalıkları okumaktan? Akla zarar kurgu oyunları, şatafatlı kelimeler beklemiyor muydun oysa. Gözlerim kapanıyor. Baştan sona hiçliğe bulaşmış bu sayfayı yakmayacaksan en azından kapat artık. 

    Gözlerini açtığında tıpkı hayatı gibi iğrenç bir tat vardı ağzında. Yataktan çıkmadan odada göz gezdirdi de güneş batmış olmalı diye düşündü. Saatine bakınca uyku sersemliğiyle yanıldığını anladı; sabahın sekiziydi. Bu kadar erken uyandığına, hem de alarm kurmadan, hayret etti. İnsan beyni garip bir organdı; bazen tek başına söz sahibi olmak isterken bazen de -iradesinin güçsüz olduğu durumlarda- nefisle el ele verip insan denen yaratığın üzerinde kurgusu sağlam türlü oyunlar oynayabiliyordu. Geçenlerde mesela oldukça geç uyumuş olmasına rağmen sonraki gün sabahın köründe kalkıp staja gitmesi gerekiyordu ki uyanmaya yakın -uyku ile uyanıklık arası- bir rüya görmüştü; stajını yanında yaptığı mühendis arkadaşı arayıp bugün herhangi bir iş olmadığını dolayısıyla gelmesine gerek kalmadığını söylüyordu. Neyse ki kurduğu alarm ötmeye başlayınca uyanıp arkadaşını arayarak, kendisine böyle bir şey söyleyip söylemediğini sormuştu da 'sadece bir rüya' gördüğünü anlamıştı. Doğruldu, perdeyi çekti; dumandan bulutlar baskın mavilikte güneş geri planda kalmıştı. Ayağa kalkıp pencereden dışarıyı izledi biraz. Hava boğucu da olsa yakıcı da olsa insanlar durmuyordu. Horoz gibi güneşin doğmasıyla hareketleniyorlar, gün içinde hep bir yerlere yetişmek üzere koşturup duruyorlar, güneş batınca da yavaş yavaş kümeslerine çekiliyorlardı. Ölümden korkacak kadar sevdikleri hayat bu muydu? Çok değil bir kaç saat sonra o insanlara karışacaktı. Kendisi gibi başka birine -varsa eğer- onlardan biri gibi görünecekti. ... Bu son düşündüğünü bir daha düşündü. Neden olmasındı? Kalabalığın içinde kendisi gibi başka birileri? Bir kişi bile olsa, onu bulmalıydı. Bulsa bile yanına yaklaşacak cesareti kendinde bulur muydu? Hadi buldu desin, yaklaşıp ne diyecekti? Emin değildi ama önce onu  bulmalıydı. İyi, güzel de nasıl bulacaktı? Kendisini düşündü. Biri onu nasıl fark edebilirdi? 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DÖNÜŞÜM

Eksiliyor insan gün geceye döndükçe Süregelen bu hayat ve bundan sonrası Beklerken iki bilinmeyenli bir denklem arasında Volta attıkça k...